L’appel du vide (boşluğun çağrısı), High Place Phenomenon, Obsesif-Kompulsif bozukluk… Adına değişik şeyler dense de bilinen bir olgudur bu. Jack Sparrow’un Karayip Korsanları’nda bile bahsettiği bir olgu. Bazı insanlar yüksek bir yerden baktıklarında aşağı atlama dürtüsü tırmalar içlerini. Ben de onlardan biriyim sanırım. Neyse ki araştırmalar yakın zamanlarda bu dürtünün bir intihar dürtüsü değil aslında hayatta kalma mekanizmasının bir parçası olduğunu ispatladı da içimize su serpildi. Yine de bir uçurumun kenarında, bir binanın tepesinde hep bu dürtüyle savaşırken buluyorum kendimi. Yükseklik korkusundan farklı olarak yüksekten bulunmaktan ya da başım dönüp düşmekten korkmak değil bu. Kenara yeterince yaklaştığımda atlamak istemekten korkma, bir yandan da gizli gizli o tarafa çekilme daha çok. E madem “tutmayın beni atlıycam” deme arzumla bir savaşa girdim, bari “tutun beni, atlıycam” diyebileyim değil mi? Bungee Jumping zaten hep denemek istediğim, bir gün deneyeceğimi bildiğim bir şeydi. Interlaken’de de sanırım Jungfrau’ya çıkmak için bir kere masrafa girince battı balık yan gider diye düşündüm. Hem madem bir gün bunu deneyecektim, neden o gün olmasındı. İsviçre’nin manzarasını, İsviçrelilerin verdiği güveni kim verebilirdi? Ha caydırmaya kalkmasınlar diye de en yakın arkadaşım dışında kimseye haber vermedim.
Kaldığım hostelden 189 CHF’ye ayarladım bungee jumping’i. Merak edip tl’ye çevirmeyin, dudağınız uçuklayabilir. Millet Güney Amerika’da 10 dolara bile yaparken şart mıydı benim bunu acilen burada yapmam? Muhtemelen değildi. Manzara efsaneydi evet, ama o ücrete bir zahmet olsundu. Ama işte o an o kadar gaza gelmişken, bir daha o cesareti nerede bulurum diyerek, biraz da bütçe anlamında hem okul burslarıma hem ailemden aldığım desteğe güvenerek gözümü kararttım ve yaptım bir delilik.
Atlamaya gideceğimiz yerin adı Stockhorn’du. Atlayıştan bir saat falan önce sarı bir minübüs aldı beni hostelin önünden. Sarışın, rastalı ve Erzurum’da bir rafting şirketinde de çalışmış olan sevimli bir de şöforü vardı. Minibüsteki diğer insanlarla sohbet edip bira içerek geldik tepeye. Biz yoldayken deli gibi yağmur yağıyordu fakat tepede hava neyse ki sakindi. Önce atlayacak herkesi bir kabine bindirip daha yüksek bir istasyona, ekipmanları ve kemerleri bağlayacakları yere çıkardılar.
Orada ilk iş kilolarımıza göre farklı gruplara ayırdılar bizi. 53 kiloyla en hafif ben çıktım ve benim İtalya’da yediklerimden sonra kilo aldığıma emin olduğum bu halim yine de oradakilere o kadar ekstrem geldi ki benden bahsedilirken hep 53 kilo nerde, hadi şimdi 53ü atalım gibi ifadeler kullandılar. Bende de epey panik yarattı bu durum. Ney, 53 çok mu az, riskli mi yoksa, uçar mıyım acaba çok rüzgar varsa türünden düşünceler aklıma gelmedi diyemem.
Herkesin ekipmanları tamam olduktan sonra üç grup halinde sırayla başka bir kabine bindirip daha ileri bir noktaya götüreceklerdi bizi. Adrenalin bende bu kabine binip gölün ortasına doğru ilerlemekteyken tavan yaptı diyebilirim. Nihayet atlayış yerine gelip durduğumuzdaysa dizlerimin bağı çözülecek gibiydi. Gölden 134 metre yüksekteydik. Önüm, arkam, sağım, solum, yukarı, aşağı her yer boşluk! En yakın kara parçası bir hayli uzakta.
Önce daha önce bungee jumping tecrübesi olan iki Kanadalı atladı. Sonra sıra bana geldi. Oradaki görevliler her atlayan için üçe kadar sayıyoruz, kendin atlamazsan itiyoruz şakasını tekrarlıyorlardı. Yani şaka olduğunu umuyordum. Neyse zaten ben pek bir hevesliydim atlamaya. Kenara gelir gelmez boşluğa çekilmeye başlamıştım bile. Bu noktada zıplayanlar, havadayken dönüp kameraya bakanlar, poz verenler çokça oluyordu. Fakat ben sade bir şekilde kendimi kenarlardan itmek suretiyle öne devrilmeyi tercih ettim. Şimdi ipe falan dolanırdım şekil yapayım derken, icat çıkarmaya gerek yoktu.
İlk birkaç saniye mükemmel bir histi. Yine de adrenalin beklediğimden kısa sürdü. Birkaç kere daha aşağı yukarı salındıktan sonraysa, baş aşağı bir şekilde, ipin uzatılmasını ve beni yavaşça gölde bekleyen bota indirmesini bekledim. Bu da muhtemelen işin en bitmeyecekmiş gibi gelen kısmıydı. Baş aşağı uzun süre durmayı sevmem. Özellikle seven var mıdır bilmem de ben hiç sevmem. Nihayet bota ulaştım ve beni tutup kemerimi çözdüler. Sonra da bot dolana kadar birkaç kişiyi daha bekledik ve karaya döndük.
Bugün sorsanız asıl aklımda kalan kabinde sıramın gelmesini beklediğim zamanki his. Asıl beni kemiren kısmı da orasıydı zaten. Atlamak artık gerilecek bir şey olmamasının rahatlığını da beraberinde getirmişti. Ve bir de diyorum ki keşke daha uzun sürseydi.
Sonuç olarak, yine olsa yine yaparım. Ama manzaraya da doyduğumu düşünürsek bir dahakine daha ucuz bir yerde yaparım. Öte yandan gölün tepesi sırf manzara için bile çıkmaya değecek bir yer. İsviçre’ye gittiğinde bir anda deli cesaretine kapılan, bungee jumping’i gelen ya da güvenlik konusunda pimpirikli olan ve beni İsviçrelilere emanet edin diyen herkese tavsiye edebilirim o yüzden Stockhorn’u.
Süpersin yağmur inşallah birgün yapacak cesaretim olur…?
olur ya bir anlık cesarete bakar 🙂