Rio’da 3.gün: Protesto edebildiğim kadar aidim
Rio’da üçüncü günüm olan cumartesi biraz hüzünlü biraz da akşamdan kalma başladı. Malum üç caipirinha içecek yaşı geçtim, çarpıyor artık. Kurtarıcı İsa heykeline ilk yazımda da anlattığım üzere gidemeyecek olmaktan ötürü uyandığımda hayli canım sıkkındı. Alternatif olarak Rio’ya dair hayallerimden biri olan Morro dois Irmãos‘a çıkma planımız vardı. Ne yazık ki hem o tırmanışın da yağmurdan dolayı kötü durumda olması hem de uyandığımızda karşılaştığımız bulutlu havadan da anlayabileceğiniz üzere dağ başını duman almış olması sebepleriyle bir hayalim daha suya düştü.
Yine de Rebecca tüm hangoverına rağmen benimle buluşmak için evden dışarı çıkınca ben de ne yapıp ne edip enerjimi ve neşemi topladım. Bisikletle sahilleri gezeceğimiz için evden çıkmadan Bike Itaù uygulamasını da indirmeyi ihmal etmedim. Dünyanın çoğu şehrinde de görebileceğiniz türden bir bisiklet kiralama uygulaması bu. Günlük abonelik 5 R$, aylık ise 10 R$. Rebecca’yla Copacabana plajında buluştuğumuzda önce bir şeyler içmek istedi. O hindistan cevizi suyunu yudumlayıp kendine gelmeye çalışırken ben de itinayla aynı hindistan cevizinin dibini sıyırıyordum.
Hindistan cevizini kabuğuna kadar kuruttuktan sonra yürüyerek Ipanema plajına ulaşıp burada bisikletlerimizi kiraladık. Önce Ipanema, sonra Leblon plajı boyunca pedal çevirerek Vidigal favelasına uzanan kıvrıma kadar geldik. Burası normalde hava güzel olsa Morro dois Irmãos yoluna başlayacağımız yerdi. Fakat bulutlardan zirveyi görmek mümkün bile olmadığından Leblon plajıyla birkaç fotoğraf çekinmekle yetindik. Zaten uyanıp ayılmamız vakit aldığından saat 1 olmuştu bile.
Bisikletlerimizle vedalaştıktan sonra metroya binip soluğu Cinelandia‘da aldık. Normalde planımız yürüyerek önce dünkü gibi Selarón merdivenlerinin tepesine (hayır asla doymuyorum!), sonra da yokuş çıkarak Santa Teresa’ya varmaktı. Fakat Rebecca hem hala yorgun olduğundan hem de akşam 5te başlayacak protestoya yetişmemizi istediğinden uber çağırıp ödemeyi önerdi. Protesto 5te başlasa da hazırlıklar çoktan her yerdeydi. Sticker dağıtan insanlar metro çıkışlarında yerini almış, muhalif gruplar ve parti komiteleri meydanlarda standlarını açmıştı. Zaten bizim için uberle 10 R$ falan tuttu tepeye varmak.
Santa Teresa‘ya varır varmaz geldiğim günden beri Rebecca’nın neden burayı öve öve bitiremediğini anladım. Çünkü tek kelimeyle muhteşemdi! Sanki geldiğim günden beri Rio’da beni kendine hayran eden ne varsa o an orda Santa Teresa’daydı! Tepeden Rio manzarası mı? Evet var tabii. Rengarenk evler bahçeler mi? Evet onlar da orda. Duvar resimleri ve grafitiler mi aradınız? Evet evet doğru adrestesiniz. Üstüne o cağnım sarı tramvayı yok mu bu mahallenin?
Bundan iyi ne olabilir ki diyordum ki bundan iyi Parque das Ruinas olabiliyormuş. Üstelik bir de böylesi ihtişamlı bir yerin girili ücretsiz olabiliyormuş. Rebecca bana burdan ilk bahsettiğinde ve fotoğraflarına internetten baktığımda bana Güneri Civaoğlu’nun şeffaf odasını hatırlattı bu yer. Rio’da alışık olduğumun çok dışında harabe ve modern görünümün iç içe olduğu hayran olunası bir mimarisi var. Buna Santa Teresa’nın müthiş şehir manzarası da eklenince düğünler için pek de tercih edilen bir yere dönüşmüş bura.
Santa Teresa’da biraz daha yürüdükten sonra meşhur sarı tramvaya binmek üzere istasyona ulaştık. Kaşla göz arasında Rebecca benim için bir de brigadeiro alıp denetti. Bol çikolatalı aşırı tatlı bir Brezilya lezzeti. Neyse tıkınmayı bırakıp trene dönecek olursak bu tren geçmişte yerli halkın da düzenli olarak kullandığı bir ulaşım aracıymış. Fakat 2003te yaşanan korkunç trajedik bir kazayla Arcos de Lapa‘dan geçerken devrildiğinden ve sonra daha çok güvenlik önlemiyle yeniden inşa edildiğinden beri daha çok turistlere hitap ediyor. Tabi bir de treni ücretsiz kullanabilen Santa Teresa halkına.
Trenle şehir merkezine döndükten sonra hemen protestoya katılmak üzere Cinelandia meydanına koştuk. Meydan çoktan tıklım tıklımdı. Tüm bu kalabalık aralarındaki onlarca ayrımı kenara bırakıp tek bir adaya, Bolsanaro’ya, hayır demek için toplanmıştı. Haksız da sayılmazlardı. Bolsanaro ırkçı, yerli azınlıklara karşı, cinsiyetçi, homofobik ve asker kökenli aşırı militarist bir adaydı. Beş dakika sonra asla doğru telaffuz edemiyor olsam da ben de “Ele não, ele não” diye bağırmaya başlamıştım.
Rebecca daha önce de Brezilya’da sadece Rio Karnavalı’nın değil, Cadılar Bayramı’nın, mitinglerin, protestoların da karnaval tadında geçtiğini söylemişti. Hakikaten de ortam karnaval gibiydi. Türkiye’den gelmiş birinin böylesi renkli bir protestoda kendini kaybetmesini yadırgamazsınız herhalde.
Kocaman bir sahne ve konser bile vardı. Farklı farklı sanatçılar Bolsanaro’yu protesto eden, farklı kimlikleri ve hakları savunan şarkılar söyleyip eğlendirdiler. O an orda bulunmak benim için tarif edemeyeceğim kadar anlamlıydı çünkü sanırım bu kadar senemi siyaset ve sosyolojiye ayırıp sonra hiçbir şey olmamış gibi gezmeye gittiğimde bir tarafım inandığım her şeye ihanet ettiğimi hissetmeyi bırakamadı. Dünyanın her yerinde aynı güzel insanları bulup aynı var oluşsal mücadeleleri verebileceğimi görmek bana daha ait hissettirdi. Rio belki hava durumu anlamında yüzüme gülmemişti ama hani ingilizcede bir deyim vardır ya “not what you want but what you need”, işte bu şehir bana istediğimi değil de tam da ihtiyacım olanı verdi. Canım Rio! Önceki günün yorunluğu da eklenince biz konserden 10 gibi ayrılıp eve döndük.
Rio’da 4.gün: Hayallerin çatkapı gerçek olma gibi bir huyu varmış
Pazar sabahı artık çok geç de olsa güneşli bir havaya uyandım. Ama tırmanışın hala güvenli olacağına Rebecca’yı ve onun Riolu arkadaşlarını ikna edemediğimden Kurtarıcı İsa Heykeli’ne minibüsle gitmeye karar verilmişti bile. Üstelik pazar olduğundan 60 yerine 75 R$ ödedik minibüse. Neyse ki Copacabana’da kaldığım yere yürüme mesafesi olan Praça do Lido‘dan kalkıyordu.
Yine de nihayet ordaydık işte. Rio’nun en ikonik noktasında, İsa heykelinin ayaklarının dibindeydim. 363528463 insanla birlikte. Pazar ibadet günü olduğundan ekstra ekstra kalabalıktı. En çok garipsediğimse buraya wifi koymuş olmalarıydı. Güneşin altında yüzümüz ve omuzlarımız kıpkırmızı olurken Rio manzarasının tadını çıkardık.
O an Rebecca’ya dönüp madem nihayet hava güneşli neden Morro dois Irmãos tırmanışını bugün yapmıyoruz ki dedim. Böylece bir anda Rio’ya dair bir diğer hayalime kavuşmuş oldum. Sevinçle dönüş yoluna koyulduk ya da en azından ben sevinçliydim. Rebecca sıcaktan pişmiş ve yorulmuş durumdaydı günlerdir bana etrafı göstermekten. Minibüslerin epey sık olması nedeniyle dönüş için çok beklemedik ama söylemeliyim ki Rio’nun trafiği İstanbul’u aratmıyor bile. Yolda Rebecca’yla kaç kere uyuyup uyandık sayamadım.
Copacabana’ya dönünce otobüse atlayıp hemen Vidigal favelasına gittik. Burası turistlere ve yabancılara epey alışık bir favela. Hatta içinde hostel olduğunu bile duydum. Favelanın girişinden kalkan minibüslerle 5 R$ karşılığında tırmanışın başına ulaştık. Kondisyonun çok da iyi değildir, öyle olunca o güneşin altında ben kendimi tepeye zor çıkardım. Rebecca ise yolda kendine yardım edecek bir Brezilyalı arkadaş edindi. Ya da ben öyle sanıyordum. Aslında aralıksız olarak Portekizce konuşmalarından dolayı biraz bozulmuştum fakat sonradan öğrendim ki tüm yol boyunca seçimler üzerine konuşmuşlar ve Rebecca yol boyu bu gencin cinsiyetçi ve homofobik yorumlarıyla baş etmek zorunda kalmış. Portekizce bilmediğime hiç olmadığı kadar sevindim.
Zavallı Rebecca zirvenin pek tadını çıkaramadıysa da ben tepedeki manzaraya bayıldım. Şehirlere tepeden bakmayı gerçekten epey seviyorum. Bir saate yakın kayanın üzerine uzanıp etrafı seyrettim.
Yukarısı İsa heykeli kadar olmasa da kalabalık sayılırdı. Genelde bütçem kısıtlı olduğundan öğünleri ucuza geçiştiriyordum ama yorgunluktan patlasa da hiç sızlanmadan benimle geldiği için ve epey sinir bozucu bir yol arkadaşına katlandığı için o gün akşam yemeği olarak ne isterse onu yiyeceğimi söyledim. Böylece Copacabana plajındaki büfe tarzı lokantalardan birine oturup ızgara et söyledik.
Ve gelelim Rio’nun bana son sürprizine. İlk yazımda da söylemiştim Rio’ya karnavaldan daha çok gitmek istediğim bir zaman varsa o da Onur Yürüyüşü zamanıydı. Pazar küçük çaplı bir LGBT yürüyüşü olacak en azından diye avunurken, Copacabana’ya varınca ve her yerde “Parada do Orgulho” yazılarını görünce Rio’da Onur Yürüyüşünün ülkenin başka yerlerinden farklı olarak yılın bu zamanı yapıldığını öğrendim. Kısacası kendimi bir anda hayalimi yaşarken buldum. Rio şaşırtmayı bırakmıyordu.
Rio’da 5.gün: Belki de veda etmemeliyiz
5.günüm olan pazartesi Rio’daki son günüm olacaktı. Salı sabahı erkenden otobüs+feribot kombinasyonuyla Ilha Grande‘ye yol almayı planlıyordum. Pazartesi için planım ise oldukça heyecan vericiydi.
Rebecca’yla gezi planımızı ilk oluşturduğumuzda Michael Jackson’ın klip de çektiği Dona Marta favelasına uğramayı düşünüyorduk. Ama gel gelelim evdeki hesap tabi ki çarşıya uymadı ve Dona Marta favelasının şu sıralar çatışma altında olduğunu öğrendim. Polisin favelalara girmeye başlamasına halk da tepkisiz kalmamıştı.
Ben turistik olmayan bir favela deneyimi yaşayamıyorum diye üzülürken Rebecca annesiyle birlikte kilise gönüllüsü olarak çalıştığı Cantagalo favelasına gitmemi önerdi. Tabi ki bu teklifi bayılarak kabul ettim.
Pazartesi sabahı Rosa ile General Osorio metro durağının çıkışlarından birinde buluştuk. Ben otobüs veya metroya bineceğiz diye beklerken onun yerine asansörle bir üst kata çıkıp üst geçidi kullanarak Cantagalo favelasına vardık.
Burası aslında yabancılara alışık bir favela olarak bilinse de Rebecca’nın annesi güvenliğim hakkında epey endişeliydi. Daha az göze çarpmam için bana da gönüllü tişörtlerinden hediye etti hatta.
O kadar gergin ve heyecanlı olduğunu gördükten sonra, ders verdiği salona vardığımızda, Rosa’nın siyah bez çantasından laptop çıkarması da beni epey şaşırttı. Odada 6-7 tane kadın vardı ve çocuk ve hamile kadın sağlığı üzerine eğitim alıyorlardı. Önce kitapta yazanları sırayla yüksek sesle okudular. Sonra bilgisayardan aşı üzerine bir video izledik. Ders bitince de bana hep birlikte favelayı gezdirdiler. Ben hiçbir anımda tehlikede hissetmedim fakat onlar oraya gelmemin çok cesurca olduğunu düşünüyorlardı.
Eve döndükten sonra Rebecca’dan biz favelada dolaşırken etrafta birkaç uyuşturucu satıcısı olduğunu fakat Rosa’nın korkarım diye bana bir şey söylemediğini öğrendim. Rosa, Rebecca’yı tek başına büyütmüştü ve gerçekten dünya tatlısı bir insandı.
Eve döndüğümde planım biraz dinlenmek, Ilha Grande’ye nasıl gideceğimi araştırmak ve sonra da kendimi son bir kez Rio sokaklarına ya da sahillerine atıp tanrının şehriyle vedalaşmaktı. Fakat Türkiye’den başka bir gezgin Cihat’ın o öğlen otostopla Ilha Grande’ye yola çıkma önerisini duyunca apar topar çantamı toplayıp Rio’dan ayrıldım. Belki istediğim veda bu değildi ama belki de ihtiyacım olan şey veda etmemekti.