İnsanlar olarak en belirgin özelliklerimizden biri de belki de çok konuşup gerçekten önemli olan hiçbir konuda konuşmamak. Seyahatimin en merak edilen ve en sıradışı bu kısmından bu kadar az bahsetmiş olmak aslında kasten yaptığım bir seçim değildi. Sadece bildiğiniz üzere, en önemli konular bir yandan da üzerine konuşması en zor konulardır. Bazen söyleyeceklerinizi iyi belirlemek, olası tepkileri gözden geçirmek, kelimeleri kuyumcu titizliğinde seçmek gibi gereklilikler bile insanı caydırmaya yeter. Ama hep dışavurumcu bir insan oldum. Bunu da içimde ya da not defterimde daha fazla tutmak istemedim. Hadi anlatıyorum o zaman:
A-YA-HU-AS-CA.
AYAHUASCA NEDİR?
Peru’da şamanik seremonilere katılacağımı kime söylesem bana ilk söyledikleri şey video çekmem olmuştu. Oysa zaten bu sremonilerin oldukça kişisel deneyimler olması sebebiyle meslek etiğine sahip hiçbir şamanın buna izin vermeyecek olmasını geçtim, muhtemelen seremoniye katılmış bir kişinin o sırada video çekmeye de pek hali olmuyordu.
Neydi peki sözde 10 yıllık terapiye bedel ayahuasca seremonileri? Kimileri ölüme en yakın deneyim der ayahuasca için. Kimi bu dünyada cehennemi yaşamak der. Tanımı ben yapacak olsam bu kelimeleri seçmezdim muhtemelen. Ama herkesin deneyimi de kendine zaten.
Aya quechua dilinde ruh demek. Huasca ise sarmaşık türü asma yapraklı bitkilerin genel adı diye biliyorum. Bu yüzden de ruh asması olarak biliniyor ayahuasca. Yani ruh bitkisi anlamında. Yoksa ruhunuzu çıkarıp asmıyorsunuz. Ya da asıyorsunuz belki de. İki önemli bileşeni var. DMT ve MAO inhibitörleri. Her ne kadar oldukça spekülatif bir konu olsa da, 1990’larda Dr. Rick Strassman tarafından yapılmış birtakım çalışmalarda dışardan bir takviye olmadan insan kanında ve ürininde düşük miktarda da olsa DMT’ye rastlanabildiği ortaya çıktığında bu bileşenin vücuttaki kaynağı da kaçınılmaz olarak merak konusu olmuş. Kimi teoriler bunun, kaynağını öğrenmeye değmeyecek kadar işlevsiz bir metabolik atık olduğunu söylese de farelerin beyin dokularında, spesifik olarak epifiz bezinde, bu moleküle rastlayan çalışmalar, bunun insanda da beynin aynı bölgesi tarafından salgılanan insan vücuduna içkin güçlü bir molekül olduğunu iddia ediyorlar. Öte yandan, farelerden farklı olarak insan beyninde salgılandığını kanıtlayan bir deney en azından bilgi dahilinde henüz yapılmadı.Yine de, “fareler önden buyursun” tavrı modern tıbbın uzun yıllar belkemiklerinden biri olduğuna göre, insan beyninin de aynı bölümünün DMT üretebildiğini düşünmek çok da akıl dışı değil.Eh, epifiz bezinin, biçimsel benzetmelerle de birlikte insan zihnindeki üçüncü göz olduğu iddiasının da epey yaygın olduğunu düşünürsek bu iki teorinin kesişiminden ortaya çıkabilecek ruhani spekülasyonlara şaşırmamalıyız bence. Tab, tüm bunlar ne zaman ve hangi durumda vücudun DMT salgılayabildiği sorusunu akla getiriyor. Yaygın ama bir o kadar da romantik bir teoriye göre, vücutta doğum, ölüm ve rüya anlarında DMT salınımı artıyor. Örneğin, Dr. Ede Frecska’nın teorisi ölüm anında, hücreleri ölümden korumak için son bir çırpınış olarak beynin bu molekülü salgılandığı yönünde. Bu teoriden yola çıkarak ani DMT akışının yaşam ve ölüm arasındaki sınırda gizemli bir bilinç haline sebebiyet vereceğini iddia edenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar fazla. DMT tam da bu sebeplerle “ruh molekülü” olarak biliniyor zaten. Ve tam da bu yüzden içinde DMT barındıran 60’tan fazla bitkiye ve bunlardan biri olan ayahuascaya “neredeyse ölüm” deneyimi diyorlar muhtemelen.
DMT’nin vücut içindeki varlığı ve kaynakları tartışıladursun, kesin olan şu ki insanlar bin yıllardır bu molekülü vücut dışından da alıyorlar. 1990’da mumyalanmış iki beden kuzeybatı Arjantin’de bulunduğunda yanlarında puma iskeletinden yapılmış ince bir pipetle birlikte gömülmüşlerdi. Pipet üzerindeki laboratuvar çalışmaları ve karbon testleri pipetin DMT içerikli Anadenanthereacolubrina var.cebil dedikleri bir endemik bitkiyi içerken kullanıldığını ve pipetin milattan önce 2130’a ait olduğunu gösterdi. Ayahuasca’ya dönecek olursak, Peru’daki ayahuasca seremonilerine dair bilinen en eski yazılı kaynaklar 16.yüzyıldaki İspanyol ve Portekiz kaşiflere ait. Fakat tahminen bu seremoniler de milattan önce 2000’lere kadar uzanıyordu. Ayahuasca Amazonlara özgü bir bitki ve farklı ülkelerde farklı isimleri alabiliyor. Farklı şekillerde hazırlanıp farklı seremonilerle sunulabiliyor. Yetiştirildiği coğrafyada iyileştirici güçlerine inanılan bir ilaç, aynı zamanda kutsal bir bitki. Batı dünyasının “pozitif” ilimlerine göreyse kullanımı illegal bir maddeden fazlası değil.
Dünya tarihine bakarsak, geçmişte aynı vakitlerde, farklı coğrafyalarda ortaya çıkmış, belki de eşit ölçekte kadim görülen ve sonuca ulaştıran, eşit derecede kabul görmüş ve geçerliliğe sahip farklı bilgi sistemleri olduğunu söylesem herhalde kimse şok olmayacaktır. Her ne kadar Eurocentric yani Avrupa merkezli tarih öğretileriyle büyüsek de bu kadarı bu yaşa gelmiş herkese dank etmiştir diye düşünüyor ve umuyorum. Kolonyal döneme kadar herhangi bir karşılaşmaları bulunmayan bu farklı bilgi sistemlerinden hangisinin daha eski, daha kadim ya da daha üstün olduğunu tartışmamızın ya da araştırmamızın çok da bir anlamı yok çünkü bildiğiniz üzere tarihi kazananlar yazıyor ve Avrupalılar bu kıtaya geldiklerinde yalnızca gördükleri İnka tapınaklarını yıkıp kıtadaki hammaddeleri sömürmekle ya da yerel din ve kültürleri hiçe sayıp Katolikliği empoze etmekle kalmıyorlar. Aynı zamanda, bu toprakların ilmini itibarsızlaştırma, hurafeleştirme ve kendi ilimlerini tek gerçek hakikat olarak inşa etme cüretini de elde ediyorlar. Tıbbı Avrupalılar bulmadı, ruh üzerine ilk batılılar çalışmadı. Sömürgeleştirilene kadar Güney Amerika hastalıkların tedavi edilemediği, ruh ve zihnin hiç anlaşılamadığı bir yer değildi. Şamanlar doktor ve ilim insanıydı. Big pharma sektörü kontrol edilemez ölçeğe ulaşmadan önce de bir şeyler ilaç veya tedaviydi: bitkiler. Ama mesela şamanlar, onların öğretileri ve kullandıkları bitkiler hastalıkların tedavisinde ne derece başarılıydı, fetihlerden sonra bunun pek bir önemi kalmadı. Çünkü o öğretilerin çoğu kolonyal dönem Avrupasına yaraşır bir vahşetle yok edildi ya da sadece sözlü tarih içinde varlığını sürdürebildi. Malumunuz, sözlü tarihi batıl inanç, yazılı tarihinse kanun olduğunu zanneden o yanılgıdan da henüz büsbütün kurtulabilmiş de değiliz.
BENİM SERÜVENİM (Ocak 2019 Amazon’dayken tuttuğum notlardan alıntıdır)
Bana gelirsek, hayatımın özellikle de liseden sonraki döneminden beri hiç de inançlı bir insan olmadım. Hatta dünaynın en inançsız insanlarından biriyim dersem abartmış olmam. Sadece bir yaratıcıya ya da dine inanmamaktan bahsetmiyorum. Herhangi bir enerjiye, kadere, düzene, doğaya, ruha ya da yaşadıklarımızın bir anlamı olduğuna dair en ufak bir inanç bile taşımıyorum. Yine de, ukala zihnimin, eline geçen ilk fırsatta şu an buradayken hissettiklerimi reddedecek ve her şeyin anlamsızlığını savunmaya devam edecek bir yol bulacağını bilsem de şunu inkar edemem: Latin Amerika’da inançsızlığımın azar azar kırıldığı anlar oldu. Millet inancıyla sınanır, benimse adeta inançsızlığım sınava tabi tutuldu ve öyle anlar geldi ki ruha ya da doğaya inanacağım tuttu.
Tabi bahsettiğim kuşkuculuğum sadece spiritüalitenin varlığıyla sınırlı değildi. Çünkü benim kadar inançsız bir insana sosyal bilimler okutur, postyapısalcılık öğretir, 4-5 yıl boyunca toplumsal her tür dayatmayı parçalatır ya da Michel Foucault ile tanıştırırsanız elinize geçen şey iflah olmaz bir şüpheci olur sanırım. Batı ilmi, Doğu ilmi, Amazon’daki şaman ilmi…. Hiçbiri benim için diğerinden farklı değildi. Hiçbir bilgi sisteminin diğerine üstünlüğü yoktu. Hiçbiri güvenilir değildi. Her biri farklı yöntemlerle domine eden iktidar rejimleriydi.
Buna rağmen, daha yola çıkmamışken bile ayahuasca mutlaka yaşamak istediğim bir deneyimdi. Ama o zamalardaki motivasyonum daha çok meraktı diyebilirim. Zaten hayatımdaki çoğu eylemimdeki motivasyonum merak olmuştu. 5000 metreye çıkaran da, suyun 60 metre altına indiren de, 135 metreden bacağıma bir ip bağlayıp atlatan da… Hep sınırları zorladığımda neler olacağına dair duyduğum o merak… Yani henüz Türkiye’deyken düşündüğümde ayahuasca benim için epey dile kolay gelen bir şeydi. İşin ciddiyetini ise her zamanki gibi ancak iş ciddiye binince düşünmeye başladım. Peru’dayken bu sorular gitgide daha çok kafamı kurcaladı, daha çok endişelendirdi. Bu deneyimi yaşayan insanlarla olan iletişimlerim sıklaştı. Ve nihayet seremoni için Amazonlardaki şamanın yanına geldiğimde meraktan çok iyileşme niyetiyle ayahuasca’nın karşısındaydım.
Burada iki önemli soru var bana göre. Birincisi ne oldu da birdenbire ayahuasca’nın iyileştici bir gücü olmasına ihtimal vermeye başladım? Ama sanırım önce ikinciyi cevaplamak gerek. İyileşmeye ihtiyacım olduğu fikri ne zaman ve nerden çıktı? Yani aslında cevap bence epey basit. O kadar hasta bir dünyada yaşıyoruz ki bence hepimizin iyileşmeye ihtiyacı olan travmatize parçaları vardır. Peki sence iyileşme mümkün mü derseniz, mümkün olduğunu düşünmüyordum. Yine de bu onu ilk arayışım değildi. Kendimde sorunu ilk buluşum da değildi.
Benim sorunum ne, ben niye olmamışım, bende bazı kablolar ters mi bağlanmış şeklindeki düşüncelerin sadece bana özgü olmadığını varsayıyorum. Sorunu bulmaya ya da tanımlamaya epey yaklaştığım zamanlarım oldu. Korkularımı ve güvensizliklerimi kendime itiraf ettiğim günler oldu. Kendi en kötü taraflarımla yüzleştiğim, annemin dizine yatıp ben niye bu kadar iğrenç, bencil, kötü, acınası biriyim diye ağladığım akşamlar oldu. Neden hayatımda hiç ufacık bir fedakarlık bile yapamadığımı, sadece bir kere bile işlerin benim istediğim gibi olmamasını neden kabullenemediğimi anlamak bazen o kadar zordu ki başka insanlar bunu nasıl yapabiliyor diye sorguladığım, örnekler buldukça kendimden tiksindiğim anlar oldu. Kendime belki çok belki de az bile yüklendiğim anlardı. Takıntılarıma, hastalıklarıma, tuhaflıklarıma ve deliliklerime dair sadece birkaç insana yapabildiğim itiraflar oldu.
Ve cevap ararken çaldığım kapılar da oldu. Modern psikolojiye ait “terapi” yöntemleriyle ilk tanışmam hayatımın en zor dönemi diyebileceğim ortaokul yıllarıma tekabül ediyor. Şunu belirtmemde fayda var, psikolog veya psikiyatriste gitmek konusunda hiçbir zaman hiçbir çekincem olmadı. Bunları tuhaf ya da küçültücü bulduğum herhangi bir zamanı hatırlamıyorum. Aslında o yıllardaki sıkıntılarımı belki de ergenlik deyip geçebilirdik. Ama benden 11 yıl sonra doğmuş, aynı ebeveynler tarafından büyütülmüş ve benden bu kadar uzakta, beni nerdeyse görmeden tek çocukmuş gibi büyüse de sesini kullanma şeklinden, cümlede es verdiği yere, yüzündeki mimiklerden konuşurken elini kolunu koyduğu yere kadar pek çok yönden hık deyip burnumdan düşmüş küçük kardeşimin ergenliğini benimkinden ne kadar daha az hırçın, ve ne kadar daha fazla fedakar geçirdiğini gördükçe, kendi o yıllarımda ergenlik dışında başka sorunlarım da olduğuna ikna oluyorum.
Her neyse, terapilere karşı ilk hayal kırıklığımı da o yıllarda seansın süresi dolana kadar beni dinleyip sonra da antidepresan yazıp gönderen psikiyatristle yaşamıştım. Her şeyden çok anlaşılmayı uman bir insan olarak beni sadece bana ayrılan sürenin sonuna gelene kadar dinleyen biri beni nasıl iyileştirebilirdi, aklım almamıştı.
Bu çok bilimsel terapi yöntemleriyle bir sonraki karşılaşmam lise yıllarımda, konuşacak çok şeyim var gibi hissettiğim ve oturup beni hiç tanımayan bir yabancıyla uzun uzun konuşma ihtiyacı hissettiğim için yani kendi isteğimle oldu. Bu kez karşımda bir psikolog vardı ve çok fazla Freud okuduğundan mıdır bilinmez istediğim konuda konuşmama izin vermiyor, ben ne anlatırsam anlatayım konuyu babama getiriyor ve diğer konularda anlattıklarımı dinlemiyordu. Muhtemelen birkaç seans sonra tüm kişiliğimi babamla olan ilişkime bağlayacak ve kendince çok büyük bir keşif yapmış olacaktı. Ha benim konuşup anlatmak istediğim diğer konular? Onlar kimin umrundaydı canım Freud dururken!
Modern tıp ve psikolojinin beni dinlemeyi reddettiğini bir kere hissettikten sonra benim de onu dinlemeyi reddetmem kaçınılmazdı. Sonrasında kendi kendime konuşarak çözmeyi ya da bastırmayı öğrendim sorunları. Kendi krizlerimi kendim teselli etmeye, konuya bakılabilecek farklı pencereye yine kendim işaret etmeye başladım. Ha bir yandan da, Batı öğretilerinin çektiği delilik çizgisini aşmaktan hep kendi kendimi alıkoydum. Ya da bunu kendi kendime yaptığım için bile belki de çoktan deliydim. Malumunuz modern psikolojinin delilik çizgileri her yüzyılda bir değişiyor, toplumsal normları, kapitalist ilaç piyasalarını vs hepsini hesaba katmaları gerekiyor. O yüzden mevcut güncellemelerle birlikte hangi kategoriye, nereye denk düştüğümden her zaman emin olamıyorum. Sonuçta zamanla, kendi sorunlarım, akıl sağlığım ve varlığından çok emin olmasam da ruhumun sağlığı konusunda kendi zihnimden başkasına güvenemeyen biri haline geldim. Artık gerçekten bana yardım edebilecek biri olduğunda bile kendi güvensizliğimden dolayı, ona izin vermeyecek durumdaydım.
O zaman ilk soruya dönelim. Ayahuascanın bana iyi gelebileceğini neden düşündüm? Bir kere, ne kadar bu seremoniye bir şaman rehberliğinde çıkıyor olsanız da size cevapları verecek olan şey yine kendi zihniniz. Konuşacağınız ya da yüzleşeceğiniz kişi aslında kendinizden başkası değil. Zaten yılllardır sorunlarla kendi içimde baş etmeye alıştığımdan ve çözümü bulacak kadar beni önemseyen tek kişinin kendim olduğuna ikna olduğumdan beynimi açıp da masaya koyma fikri çok da yanlış gelmiyordu. Ha tabi aslında öğretiye göre ayahuasca zihin kadar ruhu da açıyordu ama dediğim gibi ben insanların bir ruhu olduğuna çok da ikna olmuş değilim.
İkincisi, ayahuasca için en öcüleştiren ve tereddüde düşüren söylemlerden biri de onun insanı en kötü yönleriyle tanıştıracağıdır. Dediğim gibi kendimi yerden yere vurmak, kendimden nefret etmek zaten tek başımayken de yapamadığım bir şey değildi. O yüzden bu konuda “bring it on” demek benim için zor olmadı. Üçüncü olarak, insanların en büyük çekincelerinden biri bunun çoğu ülkede yasal olmayan bir bitki olması. (Peru’da yasal). Ama doğrusunu isterseniz bu bitkiye güvenmek her yüzyılda bir yanıldığını fark edip de “aaa pardon” diyen, geçen yüzyıl kullandığı tedavi tekniklerinin ne kadar barbarca ya da ilkelce ya da insanlık dışı olduğunu ancak bir sonraki yüzyıl itiraf eden modern psikolojiye güvenmekten daha delice gelmiyordu kulağa. içimdeki Foucauldien böyle anlarda hiç susmuyordu. 18.yüzyıldan itibaren “cinsiyet bilimlerinde” eşcinselliği patoloji olarak ele alıp tecrit veya elektroşok gibi yöntemlerle tedavi arayan, histeriyi sırf daha yumuşak bedenlere sahipler diye kadınları ele geçiren bir patoloji gibi zanneden ya da mesela Sylvia Plath’ı bugün her kadının düşünüp de sorduğu o soruları sırf 1950-60’larda sorabildiği için kendisinin delirmiş olduğuna ikna eden de o çok “bilimsel” psikolojik öğretiler değil miydi? Bu kadar çok ve sık yanılan bir bilgi sistemine güvenip aklımızı ya da ruhumuzu emanet etmek akıllıcaydı da başka coğrafyada kadim ve hakikat sayılan başka bir bilgi sistemine güvenince mi delilik oluyordu? Hmmm, bu şey değil mi ya, en sevdiğim emperyalist ikiyüzlülük. Doğrusunu isterseniz, para verip psikologa gitmekten çok da farklı gelmiyordu bana şamanik bir seremonide iyileşme aramak. İyileşme mümkün değildiyse bile, eşit derecede şans verilesi bir tecrübe olduğu kesindi.
SADEDE GELİYORUM: PERU’DA AYAHUASCA DENEYİMİM
Bu düşünceler eşliğinde gittim işte Puerto Maldonado’ya. Puerto Maldonado, Cusco’dan 12 saat otobüs yolculuğu mesafede, Peru Amazonları’nda bir şehir. Tek seçeneğiniz burası değil bu arada. Ayahuasca bir Amazon bitkisi olsa da Cusco çevresindeki kutsal vadide de bir hayli seeremoni düzenleniyor. Genelde biraz kalabalık oluyor tabi. Biraz da şarlatanlara denk gelme riski var. Ya da Amazon’a gitmeye karar verdiyseniz bile tek seçeneğiniz burası değil. Peru Amazonları koca bir derya. Puerto Maldonado var, Manu ve çevresi var. Iquitos var. Örneğin, yazının en başındaki fotoğraf Peru’nun kuzey Amazonları’nda Tarapoto yakınlarında ayahuasquera olan bir couchsurfing hostumun düzenlediği bir seremoni öncesinde. Fakat orada seremoniye katılmadan yalnızca inziva amaçlı bulundum. Seremoni içinse birkaç tanıdık aracılığıyla ulaştığım Puerto Maldona’dadaki bir şamanı seçtim. Puerto Maldonado’dan bir saatlik mototaxi yolculuğu ile Don Ignacio’nun yaşadığı Infierno komünitesine ulaştım. Infierno… Cehennem… Gerçekten cehenneme gittiğime inanmak için epey işaret mevcuttu anlayacağınız.
Şamanla ve çırağıyla konuştuktan sonra ayahuasca orucuna başladım aynı gün. Ayahuasca’nın hem felsefi hem de pratik gerekçelere dayandığı söylenen kendine özgü bir diyeti var. Şeker yok. Tuz yok. Baharat yok. Sos yok. Yağ yok. Kırmızı et yok. Bazı meyveler dahi yok. Felsefi olarak bunun insan vücuduna en uygun ve barışçıl beslenme olduğuna dair bir inançtan bahsediliyor ama çok hakim değilim.Pratik olaraksa ayahuasca seremonisi bolca kusma içeriyor ve vücudu kusarken ona daha az acı verecek bir şekilde beslemek inanın kötü bir fikir değil. Mesela sindirimi 24 saati bile aşan kırmızı etleri bence de en azından bu süre boyunca bir bırakalım. Ne yiyeceğimi nerden bileceğim diye düşünmeme gerek kalmıyordu. Şamanın kızı senyora Elicena her gün oruca uygun yemekler pişiriyordu bana.
Yine her gittiğim yerden ya da sorduğum insandan bu bilgiyi duymadıysam da burada şamanın çırağı bana ideal olarak üç seremoni önerdiklerinden çünkü ilk seremoninin bedeni, ikincinin zihni, üçüncünün ise ruhu temizlediğine dair bir inanış olduğundan bahsetti. Madem giriştik, kitabına uygun yapalım bari diyerek üç seremoninin sonuna kadar kaldım ben de. Puerto Maldonado’dan ayrılacağım güne kadar da oruca devam ettim. Bir gün seremoni diğer gün dinlenme şeklinde bir program yaptık ve seremoni günleri akşam yemeği de yemedim.
Gittiğim yer öyle pek turistik bir yer olmadığından, bir de vakti az olan hiç kimse kalkıp da Amazon’a kadar 12 saatlik bu yolu tepmediğinden çoğu zaman gündüzleri de geceleri seremoni esnasında da yalnızdım. Seremoniler hakkında çok detaylı bir anlatımı burada yapmak istemiyorum çünkü bu deneyimi yaşamış kiminle konuşsam kişiden kişiye ne kadar değişebileceğini bir kez daha anlıyorum. Bana en ilginç gelen noktalarından biri, ertesi gün bile seremonide gördüklerimi tüm berraklığıyla hatırlamak oldu. O yüzden de dinlenme günlerini, seremonide ne gördüysem baştan sona deftere yazarak ve üzerine düşünerek geçirdim. Bazı insanlarda gördükleri ya da hissettikleri şeyler tarifi zor, imgeler epey karışıkmış. Bendeyse imgeler ve anlamlar o kadar netti ki metaforları anlamlandırmaya seremoni sırasındayken bile başlıyordum. Ertesi günse, üzerine düşündükten sonra dahi epey boş zamanım kalıyor ve o kadar huzur bana fazla gelip çokça sıkılıyordum. Huzur batan bir insan olduğumu orada daha iyi anladım. Huzur batmadığı zamanda da ne yapsam kurtulamadığım sivrisinekler batıyordu zaten.
Seremoni detaylarını pek paylaşmayacak olsam da tüm bu anlattıklarımdan sonra sorulabileceğini tahmin ettiğim birkaç bariz soruya kendimce cevap vereyim.
Gerçekten bir şey görüp hissediyor muydum?
İlk seremonide kusmak dışında hiçbir şey yaşamadığımda sinirden ortalığı ateşe verebilirdim. Şamanın çırağıysa, ilk seremoni vücudu temizler, bak işte kustun ve vücudun temizlendi diyerek beni biraz sakinleştirdi. Bu üç seremoni olayının ne kadar doğruluğu var emin değilim ama hakikaten ikinci ve üçüncü seremoni epey yoğun geçti. Ha bu demek değil ki birincide beden temizlendi, sonra bir daha kusmadım. Her seremonide kusmuştum.
Ayahuasca gerçekten ölüme yakın, dünyadaki cehennem deneyimi miydi?
Bu soruya evet diyen insanlar tanıyorum ve eminim ki hiçbiri yalan söylemiyor. Fakat benim için öyle değildi. Evet, eğlenceli, luanaparkvari bir şey değildi ama yukarıda da bahsettiğim kendi kendimi yargılayıp tiksindiğim “purge” akşamlarımla yarışamazdı bile. O yönden, hey yavrum biz ne cehennemler gördük diyerek ayrıldım Amazonlardan.
Ruh var mıymış?
Bu soruya hala kesin bir cevap veremiyorum. Ama benim kadar inançsız ve hayatın anlamsızlığında ısrarcı birinin buna kesin cevap veremeyecek olması bile size bir şeyler söylemeli bence. Özellikle üçüncü seremoninin ruhla ilgili olacağını söylemişti çırak ve ben de bu yüzden en çok bu seremoniye giderken ne bekleyeceğimi bilmiyordum. O seremonide yaşadıklarımdan sonra size ruh var mıymış bunu söyleyemem fakat kendime şunu söyleyebilirim: umarım yoktur.
Peki iyileştim mi?
Buna vereceğim cevaba muhtemelen şaşıracaksınız. Ama sanırım evet. Yani artık sorunum kalmadı diyemem ya da her gün kendimde yeni arızalar keşfetmiyorum diyemem. Ama ayahuasca’ya giderken beni iyileştirmesini umduğum konularda gerçekten çok daha iyi olduğumu hissediyorum. Ve bir de, bence hepsinden önemlisi, hani demiştim ya ayahuasca benim için cehennem değildi diye. Çünkü çoğu insan ayahuascada kendi en kötü taraflarıyla yüzleşir, hatta bazen başa çıkamaz derlerdi. Bendeyse bu olmamıştı. Benim cehennemim zaten ayahuascadan çok daha önceden beri benimleydi. Ayahuasca bana zaten bilmediğim ve kendim bulamayacağım, şaşıracağım herhangi bir kötü yönümü göstermedi. Ama benim hiç yapamayacağım bir şeyi yaptı. Beni teselli etti. Bana kendime haksızlık ettiğimi söyledi. Bana sarıldı. Beni affetti. Beni affettim. İyileşmek de buna benzer bir şey olsa gerek.
Madem öyle artık ayahuascayı kutsal bir yere koyan ya da şamanizme inanan biri miyim?
Deminki cevabın üstüne buna da şaşıracaksınız belki. Ama hayır değilim. Hala kutsalları olmayan, hala hiçbir şeye, hayata ve anlamlara inanmayan, ruhun var olabileceğinden şüphe etse de ikna olmayan ve sadece zihnine güvenen bir insanım. Ve tüm anlattıklarım kulağa ne kadar çelişkili ya da nankörce gelse de içimde bir şekilde sanki biliyorum. Sorun değil. Şu an elimden sadece bu kadarı geliyor ve sorun değil.
Son gün orucumu limon suyu içerek kestim. Şamanın çırağı bana bir anda eski beslenme şeklime dönmememi çünkü aniden dönersem vücudumun kaldıramayacağını, yavaş yavaş dönem gerektiğini söylemişti. Fakat Cusco’ya dönünce ilk işim mideye pizza indirmek oldu. Napalım, günün sonunda ben inançsızlığı epey bir sınava tabi tutulmuş dünyevi bir insandım, değil mi?